27 Nisan 2020 Pazartesi

Canhıraş


  Çok ıslanmıştı, öyle bir yağmur yağıyordu ki dünyadan gelip geçmiş tüm insanlar aynı anda gökyüzünden ağlıyordu sanki ve yeryüzünde kalan tek insan oydu. Deniz kenarında, rıhtımda yere oturmuştu ve tüm banklar bomboştu. Tüm sokaklar bomboştu. Saat sabahın üçüydü. Eve gitmek yerine buraya gelmişti ve nedenini bilmiyordu, ayakları onu buraya getirmişti ama kendisi yol boyunca eve gittiğini sanıyordu. Bunun farkına vardığı halde kalkmadı yerinden. Ne yapacağını bilmiyordu ve yağmur artmaya devam ediyordu. Yüreğine kadar sırılsıklamdı ama ıslaklığı düşünmüyordu, soğuğu düşünmüyordu. Hatta o çok sevdiği dalgaları bile düşünmüyordu. Denizlerin ve kıyıların var oluşundan bu güne aralarında bitmek bilmeyen kavgayı düşünmüyordu. Denizler, sert dalgalarla kayalara vurur ve kayala güç gösterisi yaparak sağlam dururdu. Her seferinde bunu düşünürdü, bu sefer hariç. Arkasında ki ağaca baktı ama hayır yine düşünmüyordu. Bir insan bir şey düşünmeden durabilir mi? Duramaz. Neyi düşüneceğini seçemedi. Sonra ilerden parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
  Sabah 7de uyanmış, kahvaltısını edip hazırlanmış ve çıkmıştı. Her günki gibi neşeliydi. Etrafına neşe saçan bir yıldız gibi evin önünde ki büfeye gitti, yoluna çıkan herkese gülümseyerek “günaydın” diyordu. Tanımadığı insanlara bile selam veriyordu. Büfeden bir paket sigara ve bir gazete alıp otobüs durağına gitti. Otobüsün gelmesine biraz vardı. O yüzden bir sigara yaktı ve gazeteyi okumaya başladı. Değişik haberler vardı o gün. Kahvede okey oynarken kafasına inek düşen adam, balkonunda kahve içerken araba çarpan adam ve ameliyatta, karnında kumanda unutulmuş bir hasta. Bu manşetleri görünce gülmeye başladı. Sigarası bitmeden otobüs geldi, fazla kalabalık değildi. İş yerine giderken köşe yazılarına baktı ve orda da hoşuna giden şeyler gördü. Bir yorgan ile mutlu olmak, kalemlerinizi nasıl daha düzenli dizersiniz ve bant yapıştırmada püf noktalar. Tekrar güldü ama bu sefer ki sesliydi.
  15 dakikalık yolun onuna geldi ve otobüsten inip iş yerine girdi. Herkes çok severdi onu çünkü o herkesi severdi. Sürekli güldüğü için ona “32 Diş” diyorlardı ama zamanla sadece 32 demeye başlamışlardı. Herkesi gülerek selamladı ve masasına geçip çalışmaya başladı. Öğlene doğru iş arkadaşlarından biri yanına gelerek “bu akşamı sakın unutma!” dedi. O akşam bir parti verilecekti; iş yerinin tüm şubelerinden çalışanlar orda olacaktı ve onun büyük aşkı da orada olacaktı. Güneşten kopmuş saçları ve aydan gelmiş bir teni vardı. Gözleri ise en sevdiği şey olan deniz gibi dalgalıydı ama bu sefer karşında ki kayalık kendisiydi. O gözler karşısında sağlam durması lazımdı. Onu her konuda iyi görürdü, en azından kendisinden iyi. O kıza herkes “Serçe” derdi çünkü çok narin bir görünüşü vardı. Hiç kimsenin bilmediği bir adı daha vardı, aşığının kendi içinde koyduğu bir ad; Venüs. Her mitoloji de bir güzellik tanrıçası vardır ve Venüs hepsine eşittir. Yeryüzünden çıplak gözle görülebilir bir gezegendir. O akşam o partiye Venüs’te gelecekti ve o bunu alsa kaçırmazdı.
  Saat 6 olmuştu ve sabırsızlanmaya başlıyordu. İşten çıktı, hemen otobüse atlayıp evine gitti. Üstünü değiştirip berbere uğradı, güzel bir tıraş oldu ve daha sonra çiçekçiye geçip bir buket beyaz zambak aldı. Her zaman mutlu olmasına rağmen kimse onu bu kadar mutlu görmemişti. Geri eve geçti, duş alıp laciverd takımını giydi, tüm şiirlerini ve çizimlerini topladı ve bir çantaya koydu. Bu akşam her şeyi anlatacaktı ona. Aylardır içine sıkıştığı kalbinin kapılarını açacaktı bu akşam. Ona yazdığı tüm şiirleri, çizdiği tüm resimleri gösterecek ve hiç olmadığı kadar içten gülecekti. Zambağı çantasının içine düzgünce koydu, saçlarını taradı, parfümünü sıktı ve bir taksi çağırdı. Son 4yıldır hiç taksiye binmemişti ama bu gün dikkatli olması lazımdı. Kıyafetine veya çantasına bir zarar gelmemeliydi.
  Partinin olduğu yere yetişti ve kocaman kocaman gülerek içeriye girdi. Herkesle selamlaşırken gözleriyle onu aradı. Dünyaya sadece bunu yapmak için gelmiş gibiydi. Sanki tek amacı onu bulmaktı, herkesin yüzüne tek tek baktı ama bir türlü onu göremedi. Hayatı boyunca aç gözlülük yapmamıştı, önüne gelen herkese iyi davranmıştı ama bu akşam fazlasıyla aç gözlüydü. Kimseyi umursamıyordu ve tek istediği Venüs’ü görmekti. İşte ki en yakın arkadaşına sordu onu ve aldığı cevabı pek beğenmedi, bu gün kovulmuştu. Elinde ki evrak çantasıyla bakışmaya başladı. Hayal kırıklığına uğramıştı ve sanki bütün dinler yalan, tüm tanrılar sahteydi onun için. Bu kadar önemsiz görünen bir şeye böylesine üzüleceği aklına gelmezdi. Uzun bir süredir ağzına içki yaklaştırmıyordu ama o an kendini kaybetti ve içebildiği kadar içti. Körkütük sarhoş olana kadar içti. En sonunda çantasıyla konuşmaya başladı. Venüs’ü ne kadar sevdiğinden bahsetti. Aniden duraksadı, sanki bir yıldırım düşmüştü kafasına. Sakince ayağa kalktı, çok ciddi bir yüz ifadesi vardı, paltosunu giydi ve çantasını eline alarak emin adımlarla ve kimseye bakmadan dışarı çıktı. Herkes çok şaşırmıştı onun bu hareketine. Doğruca Venüs’ün evine gitti. Eski bir sokaktı, en genç bina 20yıllık gibi duruyordu ve her apartman en fazla 4katlıydı. Binanın önüne gelince yavaşladı ve girmekten vazgeçip biraz ileriye oturdu. Ona söyleyeceklerini çantayla prova ediyordu; merhaba Venüs, evet doğru duydun Venüs, sana içimde sürekli böyle diyorum çünkü sen tüm tanrıçaların toplamından daha güzelsin. Her halde neden bu saatte kapına geldiğimi düşünüyorsundur, haklısında. Ben her akşam bu saatte ibadethaneye giderim normalde ama fark ettim ki artık taptığım sensin. Artık hayatımın en önemli şeyi olduğuna eminim. Bir kelebeğin tek günlük ömrü nasıl değerliyse sende benim için o kadar değerlisin. Bir kelebek ateşi çok sevdiği için nasıl ateşte yanarsa işte öyle bir ateşsin sen benim için, seninleyken yanacak olsam da seninle olmak isterim. Seninle olduktan sonra cehenneme gideceksem ne olmuş, ben sende cenneti tattıktan sonra. Hızır ile İlyas hayat suyunu bulmuş diyorlarya hani, işte o hayat suyu senin bir damla göz yaşındır ama ben sonsuz hayat istemem, sen üzüntüden bir damla gözyaşı dökme yeter. Sana öyle aşığım ki Tanrı insanları yaratırken bu kadar aşk kullanmamıştı. Bana tüm mücehverleri sunsalar ben yine en parlak olan seni seçerdim. Kötü bir çocukluktan neşeli bir adama dönüşen şu aşığına bir iyilik et ve gel birlikte olalım. Diyecekti onu görünce ama kapısına gitmeye korkuyordu. Yağmur başlamıştı hafiften. Kendisi hala bir köşede oturuyordu. 1saat kadar oturdu ve sonra beyaz bir araba yaklaştı gecenin karanlığından, binanın önünde durdu. Şoför kapısından bir adam inip önde ki diğer kapıyı açtı ve içinden Venüs indi. Adam arabayı kilitledi ve binanın önünde biraz durdular, daha sonra Venüs eliyle adamı içeri davet etti, sarılarak içeriye girdiler. Onları izleyen bir çift kırmızı göz ve paramparça bir yürek vardı. Ne yapacağını şaşırmıştı eve gitmek istedi ama nasıl olduysa kendini rıhtımda, deniz kenarına oturmuş ve etrafa bakarken buldu. Ne düşüneceğini seçemedi, sonra ilerde parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
  Sağına soluna baktı, çantası yoktu, evin önünde unutmuştu onu. Aradan 2saat geçmişti, acaba hala orda mıydı çantası? İki saat yağmurun altında kalmış ve bir kıyafet yığını gibi görünüyordu. Sanki içinde insan yoktu. Yağmuru, çamuru aldırmadan evin önüne gitti, çantası yağmurla birlikte sürüklenmiş ve evin önünde ki beyaz arabanın tamponuna takılmıştı. Almak için eğildi ve neden arabanın hala orda olduğunu düşündü. Aklına ilk gelen şey seviştikleriydi ve bunu kendine yediremiyordu. O neşeli adam gitmişti artık ve yerine kıskanç, cimri, kibirli bir canavar gelmişti. Öyle kızdı ki sanki sıcaklığından, üzerinde ki tüm su buharlaşmıştı. Yere sağlam basarak yukarıya çıktı, kapının önünde durdu. 2saat önce aşkını itiraf etmeye çekinen bu adam şimdi bir robot gibiydi tek farkı hala hissedebiliyordu. Öfkeyi, nefret ve kıskançlığı en son noktasına kadar hissediyordu. Kapıya vardı, tam kapıya vuracakken kapının tam kapanmadığını farketti. Sessizce kapıyı açıp içeriye girdi, etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Büyük bir salondu ve amerikan mutfak vardı. O tarafa bakınca gözüne ilk çarpan şey büyük, parlak ve sson derece keskin görünen bir bıçaktı, beyaz saplı bir bıçak. Sessiz adımlarla gidip bıçağı eline aldı. Yavaşça yatak odasına doğru gitti, kapı tamamen açıktı. İçeriye bir göz attı; ikisi de çırılçıplak bir şekilde yatakta uzanmış öpüşüyorlardı, onu fark etmediler. Hatta öyle bir halleri vardı ki ikisinden birisi oradan gitse diğeri farketmeyecekti. Bıçağı sıkıca kavrayarak sağ bacağının arkasında tuttu. Usulca onlara yaklaştı. O kadar yavaş ve narin yürüyordu ki; dünyada ki en sevdiği insan televizyon karşısında uyuya kalmış ve o da onu örtmeye giderken uyandırmamak için sessiz hareket ediyor gibiydi. Bu sessizlik aslında azrailin gürültüsüydü, bu sessizlik dünyanın en ciddi ve en büyük çığlığıydı. Bu sessizlik ölümün sağ koluydu. Yavaş yavaş yaklaşmaya devam etti. Tam yatağın yanına geldiği sırada onu farketmişlerdi ama artık çok geçti. Artık hamle sırası ölümdeydi ve de çok gecikmedi. Ölüm, ani bir bıçak darbesiyle gelip genç bir canın boğazını kesmişti bile. Ölüm soğumadı, ölüm bir işe başladıysa eğer işini tamamlamadan havadan eksilmezdi. Ani bir birleşme daha oldu. Keskin parlak bir metalin, beyaz ve ince bir tenin altında ki şahdamarla olan birleşmesi. Ölümün bu iki hamlesinden sonra, insana can veren ve hayatta tutan kırmızı şey her tarafa dağılmıştı. Kırmızı yatakta iki genç ve cansız beden birbirne sarılıp yatıyordu. Ölüm havadan çekilmişti ve o sessizliğin yerini bir çınlama almıştı. Rıhtıma dönmüştü ve bu sefer kendi isteğiyle buraya gelmişti, bir banka oturup bekledi. Ufuktan güneş kendini göstermeye başlamıştı fakat güneş ışıklarından önce etraf mavi ve kırmızı ışıklarla dolmuştu. Her tarafından polisler ona doğru koşuyordu “işte” dedi. “işte gerçek cehennem şimdi başlıyor, onsuz ve gerçek bensiz bir hayat” diye geçirdi içinden.
-SON-


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder