Çok ıslanmıştı, öyle
bir yağmur yağıyordu ki dünyadan gelip geçmiş tüm insanlar aynı anda
gökyüzünden ağlıyordu sanki ve yeryüzünde kalan tek insan oydu. Deniz
kenarında, rıhtımda yere oturmuştu ve tüm banklar bomboştu. Tüm sokaklar
bomboştu. Saat sabahın üçüydü. Eve gitmek yerine buraya gelmişti ve nedenini
bilmiyordu, ayakları onu buraya getirmişti ama kendisi yol boyunca eve
gittiğini sanıyordu. Bunun farkına vardığı halde kalkmadı yerinden. Ne
yapacağını bilmiyordu ve yağmur artmaya devam ediyordu. Yüreğine kadar
sırılsıklamdı ama ıslaklığı düşünmüyordu, soğuğu düşünmüyordu. Hatta o çok
sevdiği dalgaları bile düşünmüyordu. Denizlerin ve kıyıların var oluşundan bu
güne aralarında bitmek bilmeyen kavgayı düşünmüyordu. Denizler, sert dalgalarla
kayalara vurur ve kayala güç gösterisi yaparak sağlam dururdu. Her seferinde
bunu düşünürdü, bu sefer hariç. Arkasında ki ağaca baktı ama hayır yine
düşünmüyordu. Bir insan bir şey düşünmeden durabilir mi? Duramaz. Neyi
düşüneceğini seçemedi. Sonra ilerden parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
Sabah 7de uyanmış,
kahvaltısını edip hazırlanmış ve çıkmıştı. Her günki gibi neşeliydi. Etrafına
neşe saçan bir yıldız gibi evin önünde ki büfeye gitti, yoluna çıkan herkese
gülümseyerek “günaydın” diyordu. Tanımadığı insanlara bile selam veriyordu. Büfeden
bir paket sigara ve bir gazete alıp otobüs durağına gitti. Otobüsün gelmesine
biraz vardı. O yüzden bir sigara yaktı ve gazeteyi okumaya başladı. Değişik
haberler vardı o gün. Kahvede okey oynarken kafasına inek düşen adam,
balkonunda kahve içerken araba çarpan adam ve ameliyatta, karnında kumanda
unutulmuş bir hasta. Bu manşetleri görünce gülmeye başladı. Sigarası bitmeden
otobüs geldi, fazla kalabalık değildi. İş yerine giderken köşe yazılarına baktı
ve orda da hoşuna giden şeyler gördü. Bir yorgan ile mutlu olmak, kalemlerinizi
nasıl daha düzenli dizersiniz ve bant yapıştırmada püf noktalar. Tekrar güldü
ama bu sefer ki sesliydi.
15 dakikalık yolun
onuna geldi ve otobüsten inip iş yerine girdi. Herkes çok severdi onu çünkü o
herkesi severdi. Sürekli güldüğü için ona “32 Diş” diyorlardı ama zamanla
sadece 32 demeye başlamışlardı. Herkesi gülerek selamladı ve masasına geçip
çalışmaya başladı. Öğlene doğru iş arkadaşlarından biri yanına gelerek “bu
akşamı sakın unutma!” dedi. O akşam bir parti verilecekti; iş yerinin tüm
şubelerinden çalışanlar orda olacaktı ve onun büyük aşkı da orada olacaktı.
Güneşten kopmuş saçları ve aydan gelmiş bir teni vardı. Gözleri ise en sevdiği
şey olan deniz gibi dalgalıydı ama bu sefer karşında ki kayalık kendisiydi. O
gözler karşısında sağlam durması lazımdı. Onu her konuda iyi görürdü, en
azından kendisinden iyi. O kıza herkes “Serçe” derdi çünkü çok narin bir
görünüşü vardı. Hiç kimsenin bilmediği bir adı daha vardı, aşığının kendi içinde
koyduğu bir ad; Venüs. Her mitoloji de bir güzellik tanrıçası vardır ve Venüs
hepsine eşittir. Yeryüzünden çıplak gözle görülebilir bir gezegendir. O akşam o
partiye Venüs’te gelecekti ve o bunu alsa kaçırmazdı.
Saat 6 olmuştu ve
sabırsızlanmaya başlıyordu. İşten çıktı, hemen otobüse atlayıp evine gitti.
Üstünü değiştirip berbere uğradı, güzel bir tıraş oldu ve daha sonra çiçekçiye
geçip bir buket beyaz zambak aldı. Her zaman mutlu olmasına rağmen kimse onu bu
kadar mutlu görmemişti. Geri eve geçti, duş alıp laciverd takımını giydi, tüm
şiirlerini ve çizimlerini topladı ve bir çantaya koydu. Bu akşam her şeyi
anlatacaktı ona. Aylardır içine sıkıştığı kalbinin kapılarını açacaktı bu
akşam. Ona yazdığı tüm şiirleri, çizdiği tüm resimleri gösterecek ve hiç olmadığı
kadar içten gülecekti. Zambağı çantasının içine düzgünce koydu, saçlarını
taradı, parfümünü sıktı ve bir taksi çağırdı. Son 4yıldır hiç taksiye
binmemişti ama bu gün dikkatli olması lazımdı. Kıyafetine veya çantasına bir
zarar gelmemeliydi.
Partinin olduğu yere
yetişti ve kocaman kocaman gülerek içeriye girdi. Herkesle selamlaşırken
gözleriyle onu aradı. Dünyaya sadece bunu yapmak için gelmiş gibiydi. Sanki tek
amacı onu bulmaktı, herkesin yüzüne tek tek baktı ama bir türlü onu göremedi.
Hayatı boyunca aç gözlülük yapmamıştı, önüne gelen herkese iyi davranmıştı ama
bu akşam fazlasıyla aç gözlüydü. Kimseyi umursamıyordu ve tek istediği Venüs’ü
görmekti. İşte ki en yakın arkadaşına sordu onu ve aldığı cevabı pek beğenmedi,
bu gün kovulmuştu. Elinde ki evrak çantasıyla bakışmaya başladı. Hayal kırıklığına
uğramıştı ve sanki bütün dinler yalan, tüm tanrılar sahteydi onun için. Bu
kadar önemsiz görünen bir şeye böylesine üzüleceği aklına gelmezdi. Uzun bir
süredir ağzına içki yaklaştırmıyordu ama o an kendini kaybetti ve içebildiği
kadar içti. Körkütük sarhoş olana kadar içti. En sonunda çantasıyla konuşmaya
başladı. Venüs’ü ne kadar sevdiğinden bahsetti. Aniden duraksadı, sanki bir
yıldırım düşmüştü kafasına. Sakince ayağa kalktı, çok ciddi bir yüz ifadesi
vardı, paltosunu giydi ve çantasını eline alarak emin adımlarla ve kimseye
bakmadan dışarı çıktı. Herkes çok şaşırmıştı onun bu hareketine. Doğruca
Venüs’ün evine gitti. Eski bir sokaktı, en genç bina 20yıllık gibi duruyordu ve
her apartman en fazla 4katlıydı. Binanın önüne gelince yavaşladı ve girmekten
vazgeçip biraz ileriye oturdu. Ona söyleyeceklerini çantayla prova ediyordu;
merhaba Venüs, evet doğru duydun Venüs, sana içimde sürekli böyle diyorum çünkü
sen tüm tanrıçaların toplamından daha güzelsin. Her halde neden bu saatte
kapına geldiğimi düşünüyorsundur, haklısında. Ben her akşam bu saatte
ibadethaneye giderim normalde ama fark ettim ki artık taptığım sensin. Artık
hayatımın en önemli şeyi olduğuna eminim. Bir kelebeğin tek günlük ömrü nasıl değerliyse
sende benim için o kadar değerlisin. Bir kelebek ateşi çok sevdiği için nasıl
ateşte yanarsa işte öyle bir ateşsin sen benim için, seninleyken yanacak olsam
da seninle olmak isterim. Seninle olduktan sonra cehenneme gideceksem ne olmuş,
ben sende cenneti tattıktan sonra. Hızır ile İlyas hayat suyunu bulmuş
diyorlarya hani, işte o hayat suyu senin bir damla göz yaşındır ama ben sonsuz
hayat istemem, sen üzüntüden bir damla gözyaşı dökme yeter. Sana öyle aşığım ki
Tanrı insanları yaratırken bu kadar aşk kullanmamıştı. Bana tüm mücehverleri
sunsalar ben yine en parlak olan seni seçerdim. Kötü bir çocukluktan neşeli bir
adama dönüşen şu aşığına bir iyilik et ve gel birlikte olalım. Diyecekti onu
görünce ama kapısına gitmeye korkuyordu. Yağmur başlamıştı hafiften. Kendisi
hala bir köşede oturuyordu. 1saat kadar oturdu ve sonra beyaz bir araba
yaklaştı gecenin karanlığından, binanın önünde durdu. Şoför kapısından bir adam
inip önde ki diğer kapıyı açtı ve içinden Venüs indi. Adam arabayı kilitledi ve
binanın önünde biraz durdular, daha sonra Venüs eliyle adamı içeri davet etti,
sarılarak içeriye girdiler. Onları izleyen bir çift kırmızı göz ve paramparça
bir yürek vardı. Ne yapacağını şaşırmıştı eve gitmek istedi ama nasıl olduysa
kendini rıhtımda, deniz kenarına oturmuş ve etrafa bakarken buldu. Ne
düşüneceğini seçemedi, sonra ilerde parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
Sağına soluna baktı,
çantası yoktu, evin önünde unutmuştu onu. Aradan 2saat geçmişti, acaba hala
orda mıydı çantası? İki saat yağmurun altında kalmış ve bir kıyafet yığını gibi
görünüyordu. Sanki içinde insan yoktu. Yağmuru, çamuru aldırmadan evin önüne
gitti, çantası yağmurla birlikte sürüklenmiş ve evin önünde ki beyaz arabanın
tamponuna takılmıştı. Almak için eğildi ve neden arabanın hala orda olduğunu
düşündü. Aklına ilk gelen şey seviştikleriydi ve bunu kendine yediremiyordu. O
neşeli adam gitmişti artık ve yerine kıskanç, cimri, kibirli bir canavar
gelmişti. Öyle kızdı ki sanki sıcaklığından, üzerinde ki tüm su buharlaşmıştı.
Yere sağlam basarak yukarıya çıktı, kapının önünde durdu. 2saat önce aşkını
itiraf etmeye çekinen bu adam şimdi bir robot gibiydi tek farkı hala
hissedebiliyordu. Öfkeyi, nefret ve kıskançlığı en son noktasına kadar
hissediyordu. Kapıya vardı, tam kapıya vuracakken kapının tam kapanmadığını
farketti. Sessizce kapıyı açıp içeriye girdi, etrafına baktı, kimsecikler
yoktu. Büyük bir salondu ve amerikan mutfak vardı. O tarafa bakınca gözüne ilk
çarpan şey büyük, parlak ve sson derece keskin görünen bir bıçaktı, beyaz saplı
bir bıçak. Sessiz adımlarla gidip bıçağı eline aldı. Yavaşça yatak odasına
doğru gitti, kapı tamamen açıktı. İçeriye bir göz attı; ikisi de çırılçıplak
bir şekilde yatakta uzanmış öpüşüyorlardı, onu fark etmediler. Hatta öyle bir
halleri vardı ki ikisinden birisi oradan gitse diğeri farketmeyecekti. Bıçağı
sıkıca kavrayarak sağ bacağının arkasında tuttu. Usulca onlara yaklaştı. O
kadar yavaş ve narin yürüyordu ki; dünyada ki en sevdiği insan televizyon
karşısında uyuya kalmış ve o da onu örtmeye giderken uyandırmamak için sessiz
hareket ediyor gibiydi. Bu sessizlik aslında azrailin gürültüsüydü, bu
sessizlik dünyanın en ciddi ve en büyük çığlığıydı. Bu sessizlik ölümün sağ
koluydu. Yavaş yavaş yaklaşmaya devam etti. Tam yatağın yanına geldiği sırada
onu farketmişlerdi ama artık çok geçti. Artık hamle sırası ölümdeydi ve de çok
gecikmedi. Ölüm, ani bir bıçak darbesiyle gelip genç bir canın boğazını
kesmişti bile. Ölüm soğumadı, ölüm bir işe başladıysa eğer işini tamamlamadan
havadan eksilmezdi. Ani bir birleşme daha oldu. Keskin parlak bir metalin,
beyaz ve ince bir tenin altında ki şahdamarla olan birleşmesi. Ölümün bu iki
hamlesinden sonra, insana can veren ve hayatta tutan kırmızı şey her tarafa
dağılmıştı. Kırmızı yatakta iki genç ve cansız beden birbirne sarılıp
yatıyordu. Ölüm havadan çekilmişti ve o sessizliğin yerini bir çınlama almıştı.
Rıhtıma dönmüştü ve bu sefer kendi isteğiyle buraya gelmişti, bir banka oturup
bekledi. Ufuktan güneş kendini göstermeye başlamıştı fakat güneş ışıklarından önce
etraf mavi ve kırmızı ışıklarla dolmuştu. Her tarafından polisler ona doğru
koşuyordu “işte” dedi. “işte gerçek cehennem şimdi başlıyor, onsuz ve gerçek
bensiz bir hayat” diye geçirdi içinden.
-SON-