8 Mayıs 2020 Cuma

Tanrı Neden Öldü? Nietzsche Hakkında

Tanrı Neden Öldü? Nietzsche Hakkında

Felsefeye büyük katkılar sağlamış fakat din adamlarının en büyük düşmanı olan Friedrich Nietzsche hakkında konuşalım biraz. Yaklaşık iki yüz yıldır kitapları var olan ama ilk zamanlarında pek popüler olamayan büyük bir düşünürdür bu bahsettiğimiz kişi. Onu tanımak için iki şey yeterli bize; “tanrı öldü” sözü ve Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı. Bahsettiğimiz filozof, yıllarca tanırının öldüğünden ve bunu biz insanların beraber yaptığından bahsetti. Konuyu iyice kavradıktan sonra sormamız gereken birkaç sorumuz var. Ona göre tanrı öldü, tanrıyı biz insanlar hep beraber öldürdük. Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında geçtiği üzere tanrıyı öldüren kişi “dünyanın en çirkin insanı”dır. Bu sözden ne anlamalıyız? Düşünürümüze göre bir üstinsan olması gerekir. Peki üstinsanın özellikleri nedir? Kısaca; erdemli olması, kimseye muhtaç olmayıp tek başına ilerlemesi ve güçlü olması. Eğer üstinsan (en güzel insan) bu ise en çirkin insan da bu saydıklarımızın tam tersi olandır. Nietzsche, Şen Bilim isimli kitabında, elinde bir fenerle Tanrı’yı arayan bir karakter yaratarak “aslında Tanrı, hiç var olmamıştır” mesajını vermek ister. O, insanların ümitlerini, hayallerini süsleyen; zor zamanlarda sığınılacak bir liman olarak görülen hayalden ibarettir. İnsanlar ona muhtaç kalarak zamanla erdemden, güçten ve ahlaktan uzaklaşmıştır. Peki ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Tanrının öldüğünü iddia etti, onu, en çirkin insanın öldürdüğünü söyledi, tanrıyı tüm insanların birlikte öldürdüğünü söyledi, elinde fenerle tanrıyı aradı, üstinsanı yaratmaya çalıştı. Şimdi bunları toparlamaya çalışalım.

Üstinsanı, dünyanın en çirkin insanına zıt olarak görelim. O zaman dünyanın en çirkin insanı ahlaksız, erdemsiz, muhtaç ve güçsüzdü, bu özellikler ile tanrıyı öldürdü. Biz insanlar ise hep beraber bu şeye göz yumduk ve engel olmadık bu yüzden bizde öldürmüş kabul edebiliriz. Eğer ki ahlaksızlığı, erdemsizliği, muhtaçlığı ve güçsüzlüğü yenebilseydik tanrı ölmezdi fakat tanrı olduğu sürece biz ona güvenerek hiçbir şeyi düzeltmek için uğraşmazdık. Tanrıyı neyin öldürdüğünü ve bizim neden suçlu olduğumuzu belirledik. Tanrı ölmeseydi ne olurdu? Tanrı ölmek zorundaydı. Çünkü üstinsan için bu gerekli ve eğer birisi tanrıyı öldürmeseydi hiç kimse erdem, ahlak ve güç uğruna çabalamazdı. Herkes zor zamanlarında tanrıya sığınır ve acıdan kaçmak isterdi fakat mükemmel olmak için acı çekmemiz gerektiğini öğrendik. Acı olmadan gelişemeyiz, acı olmadan üstinsan olamaz. Tanrı ölmeseydi acılarımızdan kaçacak ve gelişemeyecektik. Daha önemli bir sorumuz daha var; Nietzsche’ye göre tanrı ne idi? Kendi fikrimce; Nietzsche’nin tanrısı: adalet, erdemlik, ahlak, yalnız başına güçlenebilme, güçtü. Yani üstinsanda olmasını söylediği şeyler onun tanrı olarak gördüğü şeyler olabilir.

Tanrı; üstinsanda olması gereken özellikleri sembol ediyordu, dünyanın her yerinden olması gereken iyi şeyleri de temsil ediyordu. Tanrı; adalet, erdem, dürüstlüğü temsil ediyordu. Tanrıyı öldüren kişi ise tüm bunların zıddını temsil ediyordu. Tanrıyı öldüren kişiye bizim yardım etmemiz ise, tüm bu kötü şeyleri yapanların insanlar olduğunu anlatmak istiyordu. Tanrının hiç var olmadığını söylerken ise acıdan ve sorumluluktan kaçıp sığınmak ve kendimizi kandırmak için uydurduğumuzu anlatmak istiyordu. Bazen kendi ile çelişiyor gibi görünebilir fakat işin derininde daha farklı görünüyor. Daha basit ve sade şekilde anlatmaya çalışırsak eğer; tanrı tüm iyi şeyleri, onu öldüren kişi ise tüm kötü şeyleri temsil ediyordu. Bizler tanrının yanındaymışız gibi göründük fakat onu sadece sığınak olarak kullandık ve tüm kötü şeylere destek olduk, bu sebeple tanrı öldü ve bizde yardım ettik. Şimdi ise insanların kendi başlarına güçlenip kendilerinden başka muhtaç oldukları bir şey olmadığını öğrenmelerinin zamanı. Bu filozof din düşmanı değildi, belki dinlere inanmıyor olabilirdi ama onun savunduğu şeyler her dinin tanrısının bize söylediği şeylerle paralel değil mi? İnsanları güçlendirip daha iyi bir yere getirmeye çalışan bu adama uzun bir süredir dev bir düşmanlık var. Onu iyice anlamaya çalışmadık ve düşman kabul edenler oldu, kitaplarını yakanlar oldu. Herkes kendi düşüncesini savunabilir, yanlış dahi olsa. Düşünürümüzün dediklerinin her kelimesi yanlış dahi olsa bir insana bu denli düşmanlık hiçbir dinde kabul edilmez. Kendisi, yaptıklarının sonuçlarını tahmin etmişti ve dünyaya erken geldiğini söylemişti, aynı. Oğlum dediği Zerdüşt gibi. Eğer onu daha erken anlasaydık bazı şeyleri kabullenip gerçekten çok daha iyi şekilde gelişebilirdik.

Tüm bunlar tamamen benim düşüncemdir. Yanlış veya doğru olduğuna dair kesin bir sözüm yoktur. Sadece Nietzsche hakkında bildiğim biraz bilgiye yorum katmış halimdir. Tüm bu düşüncelere tamamen katıldığımı söylemiyorum fakat benim fikrimce bu adamın demek istediği şeyler (özetle) bunlardı.

4 Mayıs 2020 Pazartesi

PARA


Para Üzerine
  Para, dünyada en çok nefret ettiğim şeydir benim ve aynı zamanda kazanmak için en çok çalıştığım şeydir. Çünkü birçok insan gibi bende buna mecburum.
  Başka birçok şey gibi parayı da değiştirdi insanlar. Ona daha fazla değer yüklediler ve en sonunda para insanları değiştirdi. İnsanlar para için her şeyi yapar hale geldiler artık. Para için birbirlerini satıyor ve katlediyorlar. Bu durum açgözlülüğün büyümesinden kaynaklanıyor ve sonunda ortaya kibir denilen iğrenç şey çıkıyor. Lidyalılarda ki parayı bulan o uyanık insanın amacı; elindeki malı kaybetmeden daha fazlasını kazanmaktı ve işte açgözlülük tam burada yeşermeye başladı. Paranın amacı buyken değiş tokuşun amacı ise; elindeki fazla mal yerine bir başkasını koymaktı ve bu bence gayet adil. Çünkü ortada para olmadığı için illaki herkes üretim yapmanın bir yolunu bulur ve takasa katılırdı. Para bulunduktan sonra, bunun geri dönüşü yoktu ama kötü sonuçları fark eden güzel insanlar vardı. Adil insanlar. Onlar parayı ortadan kaldırmak istediler ama bunun imkânsız olduğunu anlayınca komünizmi çıkarttılar ve parayı halkın elinden kurtarmayı başardılar. Daha doğrusu halkı para illetinden kurtardılar. Her şeyi devlete vererek sadece ihtiyaçlarını aldılar ve açlık ortadan kalktı. Devlet herkese iş verdi ve işsizlik ortadan kalktı. Herkes ihtiyacı olan kadarını almaya başladı ve yoksulluk denen bir şey kalmadı. Ama bu her yer için geçerli değil. Bir yerde para varsa parasızlıkta vardır. Ve eğer bir arada ne kadar çok para varsa en çok yoksullukta ordadır. Açgözlülük parayı, para da kibri doğurdu. Bunlarda yoksulluk ve açlığı ortaya çıkardı.
  Hepimiz öleceğiz ve neden sürekli daha fazlasını istiyoruz? Daha iyi bir cenaze töreni ya da daha iyi bir tabut için mi? Neden daha iyi bir hayat için değil? Komünist değilim ama bence para iğrenç bir şeydir. İnsanların bunu benimsemesi ve acilen bir şeyler yapması gerekiyor. Daha iyi bir Dünya dileğiyle…

27 Nisan 2020 Pazartesi

Canhıraş


  Çok ıslanmıştı, öyle bir yağmur yağıyordu ki dünyadan gelip geçmiş tüm insanlar aynı anda gökyüzünden ağlıyordu sanki ve yeryüzünde kalan tek insan oydu. Deniz kenarında, rıhtımda yere oturmuştu ve tüm banklar bomboştu. Tüm sokaklar bomboştu. Saat sabahın üçüydü. Eve gitmek yerine buraya gelmişti ve nedenini bilmiyordu, ayakları onu buraya getirmişti ama kendisi yol boyunca eve gittiğini sanıyordu. Bunun farkına vardığı halde kalkmadı yerinden. Ne yapacağını bilmiyordu ve yağmur artmaya devam ediyordu. Yüreğine kadar sırılsıklamdı ama ıslaklığı düşünmüyordu, soğuğu düşünmüyordu. Hatta o çok sevdiği dalgaları bile düşünmüyordu. Denizlerin ve kıyıların var oluşundan bu güne aralarında bitmek bilmeyen kavgayı düşünmüyordu. Denizler, sert dalgalarla kayalara vurur ve kayala güç gösterisi yaparak sağlam dururdu. Her seferinde bunu düşünürdü, bu sefer hariç. Arkasında ki ağaca baktı ama hayır yine düşünmüyordu. Bir insan bir şey düşünmeden durabilir mi? Duramaz. Neyi düşüneceğini seçemedi. Sonra ilerden parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
  Sabah 7de uyanmış, kahvaltısını edip hazırlanmış ve çıkmıştı. Her günki gibi neşeliydi. Etrafına neşe saçan bir yıldız gibi evin önünde ki büfeye gitti, yoluna çıkan herkese gülümseyerek “günaydın” diyordu. Tanımadığı insanlara bile selam veriyordu. Büfeden bir paket sigara ve bir gazete alıp otobüs durağına gitti. Otobüsün gelmesine biraz vardı. O yüzden bir sigara yaktı ve gazeteyi okumaya başladı. Değişik haberler vardı o gün. Kahvede okey oynarken kafasına inek düşen adam, balkonunda kahve içerken araba çarpan adam ve ameliyatta, karnında kumanda unutulmuş bir hasta. Bu manşetleri görünce gülmeye başladı. Sigarası bitmeden otobüs geldi, fazla kalabalık değildi. İş yerine giderken köşe yazılarına baktı ve orda da hoşuna giden şeyler gördü. Bir yorgan ile mutlu olmak, kalemlerinizi nasıl daha düzenli dizersiniz ve bant yapıştırmada püf noktalar. Tekrar güldü ama bu sefer ki sesliydi.
  15 dakikalık yolun onuna geldi ve otobüsten inip iş yerine girdi. Herkes çok severdi onu çünkü o herkesi severdi. Sürekli güldüğü için ona “32 Diş” diyorlardı ama zamanla sadece 32 demeye başlamışlardı. Herkesi gülerek selamladı ve masasına geçip çalışmaya başladı. Öğlene doğru iş arkadaşlarından biri yanına gelerek “bu akşamı sakın unutma!” dedi. O akşam bir parti verilecekti; iş yerinin tüm şubelerinden çalışanlar orda olacaktı ve onun büyük aşkı da orada olacaktı. Güneşten kopmuş saçları ve aydan gelmiş bir teni vardı. Gözleri ise en sevdiği şey olan deniz gibi dalgalıydı ama bu sefer karşında ki kayalık kendisiydi. O gözler karşısında sağlam durması lazımdı. Onu her konuda iyi görürdü, en azından kendisinden iyi. O kıza herkes “Serçe” derdi çünkü çok narin bir görünüşü vardı. Hiç kimsenin bilmediği bir adı daha vardı, aşığının kendi içinde koyduğu bir ad; Venüs. Her mitoloji de bir güzellik tanrıçası vardır ve Venüs hepsine eşittir. Yeryüzünden çıplak gözle görülebilir bir gezegendir. O akşam o partiye Venüs’te gelecekti ve o bunu alsa kaçırmazdı.
  Saat 6 olmuştu ve sabırsızlanmaya başlıyordu. İşten çıktı, hemen otobüse atlayıp evine gitti. Üstünü değiştirip berbere uğradı, güzel bir tıraş oldu ve daha sonra çiçekçiye geçip bir buket beyaz zambak aldı. Her zaman mutlu olmasına rağmen kimse onu bu kadar mutlu görmemişti. Geri eve geçti, duş alıp laciverd takımını giydi, tüm şiirlerini ve çizimlerini topladı ve bir çantaya koydu. Bu akşam her şeyi anlatacaktı ona. Aylardır içine sıkıştığı kalbinin kapılarını açacaktı bu akşam. Ona yazdığı tüm şiirleri, çizdiği tüm resimleri gösterecek ve hiç olmadığı kadar içten gülecekti. Zambağı çantasının içine düzgünce koydu, saçlarını taradı, parfümünü sıktı ve bir taksi çağırdı. Son 4yıldır hiç taksiye binmemişti ama bu gün dikkatli olması lazımdı. Kıyafetine veya çantasına bir zarar gelmemeliydi.
  Partinin olduğu yere yetişti ve kocaman kocaman gülerek içeriye girdi. Herkesle selamlaşırken gözleriyle onu aradı. Dünyaya sadece bunu yapmak için gelmiş gibiydi. Sanki tek amacı onu bulmaktı, herkesin yüzüne tek tek baktı ama bir türlü onu göremedi. Hayatı boyunca aç gözlülük yapmamıştı, önüne gelen herkese iyi davranmıştı ama bu akşam fazlasıyla aç gözlüydü. Kimseyi umursamıyordu ve tek istediği Venüs’ü görmekti. İşte ki en yakın arkadaşına sordu onu ve aldığı cevabı pek beğenmedi, bu gün kovulmuştu. Elinde ki evrak çantasıyla bakışmaya başladı. Hayal kırıklığına uğramıştı ve sanki bütün dinler yalan, tüm tanrılar sahteydi onun için. Bu kadar önemsiz görünen bir şeye böylesine üzüleceği aklına gelmezdi. Uzun bir süredir ağzına içki yaklaştırmıyordu ama o an kendini kaybetti ve içebildiği kadar içti. Körkütük sarhoş olana kadar içti. En sonunda çantasıyla konuşmaya başladı. Venüs’ü ne kadar sevdiğinden bahsetti. Aniden duraksadı, sanki bir yıldırım düşmüştü kafasına. Sakince ayağa kalktı, çok ciddi bir yüz ifadesi vardı, paltosunu giydi ve çantasını eline alarak emin adımlarla ve kimseye bakmadan dışarı çıktı. Herkes çok şaşırmıştı onun bu hareketine. Doğruca Venüs’ün evine gitti. Eski bir sokaktı, en genç bina 20yıllık gibi duruyordu ve her apartman en fazla 4katlıydı. Binanın önüne gelince yavaşladı ve girmekten vazgeçip biraz ileriye oturdu. Ona söyleyeceklerini çantayla prova ediyordu; merhaba Venüs, evet doğru duydun Venüs, sana içimde sürekli böyle diyorum çünkü sen tüm tanrıçaların toplamından daha güzelsin. Her halde neden bu saatte kapına geldiğimi düşünüyorsundur, haklısında. Ben her akşam bu saatte ibadethaneye giderim normalde ama fark ettim ki artık taptığım sensin. Artık hayatımın en önemli şeyi olduğuna eminim. Bir kelebeğin tek günlük ömrü nasıl değerliyse sende benim için o kadar değerlisin. Bir kelebek ateşi çok sevdiği için nasıl ateşte yanarsa işte öyle bir ateşsin sen benim için, seninleyken yanacak olsam da seninle olmak isterim. Seninle olduktan sonra cehenneme gideceksem ne olmuş, ben sende cenneti tattıktan sonra. Hızır ile İlyas hayat suyunu bulmuş diyorlarya hani, işte o hayat suyu senin bir damla göz yaşındır ama ben sonsuz hayat istemem, sen üzüntüden bir damla gözyaşı dökme yeter. Sana öyle aşığım ki Tanrı insanları yaratırken bu kadar aşk kullanmamıştı. Bana tüm mücehverleri sunsalar ben yine en parlak olan seni seçerdim. Kötü bir çocukluktan neşeli bir adama dönüşen şu aşığına bir iyilik et ve gel birlikte olalım. Diyecekti onu görünce ama kapısına gitmeye korkuyordu. Yağmur başlamıştı hafiften. Kendisi hala bir köşede oturuyordu. 1saat kadar oturdu ve sonra beyaz bir araba yaklaştı gecenin karanlığından, binanın önünde durdu. Şoför kapısından bir adam inip önde ki diğer kapıyı açtı ve içinden Venüs indi. Adam arabayı kilitledi ve binanın önünde biraz durdular, daha sonra Venüs eliyle adamı içeri davet etti, sarılarak içeriye girdiler. Onları izleyen bir çift kırmızı göz ve paramparça bir yürek vardı. Ne yapacağını şaşırmıştı eve gitmek istedi ama nasıl olduysa kendini rıhtımda, deniz kenarına oturmuş ve etrafa bakarken buldu. Ne düşüneceğini seçemedi, sonra ilerde parlak bir ışık gördü ve ona dalıp gitti.
  Sağına soluna baktı, çantası yoktu, evin önünde unutmuştu onu. Aradan 2saat geçmişti, acaba hala orda mıydı çantası? İki saat yağmurun altında kalmış ve bir kıyafet yığını gibi görünüyordu. Sanki içinde insan yoktu. Yağmuru, çamuru aldırmadan evin önüne gitti, çantası yağmurla birlikte sürüklenmiş ve evin önünde ki beyaz arabanın tamponuna takılmıştı. Almak için eğildi ve neden arabanın hala orda olduğunu düşündü. Aklına ilk gelen şey seviştikleriydi ve bunu kendine yediremiyordu. O neşeli adam gitmişti artık ve yerine kıskanç, cimri, kibirli bir canavar gelmişti. Öyle kızdı ki sanki sıcaklığından, üzerinde ki tüm su buharlaşmıştı. Yere sağlam basarak yukarıya çıktı, kapının önünde durdu. 2saat önce aşkını itiraf etmeye çekinen bu adam şimdi bir robot gibiydi tek farkı hala hissedebiliyordu. Öfkeyi, nefret ve kıskançlığı en son noktasına kadar hissediyordu. Kapıya vardı, tam kapıya vuracakken kapının tam kapanmadığını farketti. Sessizce kapıyı açıp içeriye girdi, etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Büyük bir salondu ve amerikan mutfak vardı. O tarafa bakınca gözüne ilk çarpan şey büyük, parlak ve sson derece keskin görünen bir bıçaktı, beyaz saplı bir bıçak. Sessiz adımlarla gidip bıçağı eline aldı. Yavaşça yatak odasına doğru gitti, kapı tamamen açıktı. İçeriye bir göz attı; ikisi de çırılçıplak bir şekilde yatakta uzanmış öpüşüyorlardı, onu fark etmediler. Hatta öyle bir halleri vardı ki ikisinden birisi oradan gitse diğeri farketmeyecekti. Bıçağı sıkıca kavrayarak sağ bacağının arkasında tuttu. Usulca onlara yaklaştı. O kadar yavaş ve narin yürüyordu ki; dünyada ki en sevdiği insan televizyon karşısında uyuya kalmış ve o da onu örtmeye giderken uyandırmamak için sessiz hareket ediyor gibiydi. Bu sessizlik aslında azrailin gürültüsüydü, bu sessizlik dünyanın en ciddi ve en büyük çığlığıydı. Bu sessizlik ölümün sağ koluydu. Yavaş yavaş yaklaşmaya devam etti. Tam yatağın yanına geldiği sırada onu farketmişlerdi ama artık çok geçti. Artık hamle sırası ölümdeydi ve de çok gecikmedi. Ölüm, ani bir bıçak darbesiyle gelip genç bir canın boğazını kesmişti bile. Ölüm soğumadı, ölüm bir işe başladıysa eğer işini tamamlamadan havadan eksilmezdi. Ani bir birleşme daha oldu. Keskin parlak bir metalin, beyaz ve ince bir tenin altında ki şahdamarla olan birleşmesi. Ölümün bu iki hamlesinden sonra, insana can veren ve hayatta tutan kırmızı şey her tarafa dağılmıştı. Kırmızı yatakta iki genç ve cansız beden birbirne sarılıp yatıyordu. Ölüm havadan çekilmişti ve o sessizliğin yerini bir çınlama almıştı. Rıhtıma dönmüştü ve bu sefer kendi isteğiyle buraya gelmişti, bir banka oturup bekledi. Ufuktan güneş kendini göstermeye başlamıştı fakat güneş ışıklarından önce etraf mavi ve kırmızı ışıklarla dolmuştu. Her tarafından polisler ona doğru koşuyordu “işte” dedi. “işte gerçek cehennem şimdi başlıyor, onsuz ve gerçek bensiz bir hayat” diye geçirdi içinden.
-SON-


23 Nisan 2020 Perşembe

Meyus




  Çok yorgundu, eve yeni gelmişti. Kendini, kendisi gibi, insan gibi hissettiği tek yere. Yatağına uzandı ve bir sigara sarıp tavana bakarak yaktı. Ayaklarınu uzatmış, kollarını yana açmış ve hiç kıpırdamıyordu. Onu görenler ağzında sigara ile ölmüş sanırlardı, zaten pek yaşıyor gibi değildi ve onu görecek kimse yoktu. Şayet ölürse; ilk hafta fark edilmeyecek, daha sonra da kokudan şikayet edip çıldıran komşular tarafından dövülmek isterken cesedi bulunacaktı. Kimsesizler mezarlığına götürülüp, işinden nefret eden birkaç görevli tarafından gömülecekti. Belki bir mezar taşı bile olmayacaktı. Hatta o kadar varlığından haberdar değillerdi ki belki bir kaç yıl sonra oraya başka birini gömmek için mezarı açacak ve onun iskeletini bulacaklardı. 
   İşten yeni gelmişti, mutluydu biraz. Bu günü düşündü. 13 yıldır çalıştığı işinden bu gün kovulmuştu. Beş parasızdı ama mutluydu. Bir insan kovulduğu için mutlu olabilir miydi? O mutluydu. Çünkü yıllar sonra birisi onun varlığını farketmişti. Onun varlığını, onu kovmak içinde olsa farketmişti. O mutluydu çünkü dünyada onunda olduğunu birisi farketmişti. Kimseye kızgın değildi. 3yıldır aynı kıyafetleri giyiyor ve adam gibi yemek yemiyordu. Ev sahibi bile onu hatırlamıyordu. O kadar çaresizdi ki bazen sırf ev sahibi onu azarlasın ve ona küfür edecekte olsa onunla konuşsun diye kirayı geciktirirdi. Pek işe yaradığı söylenemez. Bir defasında kirayı tam 2 hafta ödemedi. Büyük bir heyecanla parayı küçük odasında ki eski ve her tarafı soyulmuş tahta masasının üstüne koymuş ona bakıyordu. Ev sahibi gelince ne diyeceğini düşünüyordu. “çok özür dilerim bayım. Çok yoğundum, sürekli iş arkadaşlarımla toplantıdaydım ve sonrasında bir bara gidip bir kaç kadeh atıp laflıyorduk. Paranız hazır buyurun. Her defasında aklımdan çıkıyordu ne olur beni bağışlayını.” Diye içinden söyleniyordu her zaman. Kendi de çok iyi biliyordu ki bu dediklerinin her kelimesi yalandı. Hiç arkadaşı yoktu, hiç bir bara gitmezdi. Sadece her ay artan bir kaç kuruşun tümü ile ucuz şarap alır ve tek başına evinde içerdi. Sürekli böyle konuşmalar hazırlıyor ve tekrar ediyordu. Hatta kirayı geciktirdiği zamanlar evde olmasına rağmen en yeni ve şık kıyafetlerini giyiyordu. Yeni dediğime bakmayın, sadece kullanmadığı için öyle görünüyorlardı. Babasından kalma siyah yün bir hırka, bir gece çöp kenarında bulduğu beyaz boğazlı kazak ve yıllar önce bit bazarından aldığı siyah, bol paça bir pantolon.Onları yıkar ve yere sererdi. Sonrasında üzerine basarak düzeltmeğe çalışırdı. Kırık tarağıyla saçını tarar ve eline yüzüne sabun sürerdi güzel kokmak için. Her defasında bunu yaptı ve her defasında aynı şey oldu: kareli bir defterden yırtılmış bir parça kağıt kapı altından kayardı ve içinde “en geç yarın kirayı getir yoksa bu geceden eşyalarını topla!” yazardı. Yine de hatırlamıştı onu, bu bile sevinç vericiydi. O not geldikten hemen sonra kira parası el yapımı bir zarfın içinde ev sahibine ulaşırdı. Bu sefer kira parası gerçekten gecikecekti çünkü artık bir geliri yoktu. Elinde ki tüm parayı dün gece iki şişe şarap ve bir kaç sigaralık tütüne vermişti. İşten kovulunca da alması gereken parayı sigorta ve başka çeşitli bahanelerle kesmişlerdi. Kıyafetlerini satmayı düşündü ama beş para etmezlerdi. Yazdıklarını satmayı düşündü ama onunla konuşmaya tahammül edemiyorlardı, yazdıklarını nasıl alsınlar. Güzel şeyler yazmıştı oysa ki. Yazarken ona öyle bir sevinç ve öyle bir çoşku geliyordu ki hayatında ki tek amacı buymuş gibiydi. Onu tek mutlu eden şeyde buydu sanki. Onu tek hatırlayan şey kağıt ve kalemi gibi geliyordu ona ama ne yazık ki fazla kağıdı kalmamıştı. Çünkü sigara kağıdına parası yetmiyor ve defterinden sayfalar yırtıp sigara sarıyordu. Uzun uzun düşünmeğe devam etti ve zaman geçtikce yüzü gergin ve umutsuz bir hal alıyordu. Yine yazmaya koyuldu ama bu sefer hepsinden farklıydı. Çok ciddiydi, gülmüyor ve mutlu olmuyordu her satırda. Sanki kaleminin mürekkebi kağıtlardan yükselmiş ve kafasının içinde devasa bir karabulut olmuştu. Sanki kağıtlarının her birisi; boğazında bir yumruydu. Her satır ve her kelime bir ok halinde kalbine saplanır gibiydi. Bir farklıydı bu akşam, onu hiç böyle görmemiştim. Yazdı, yazdı ve yazdı. Ta ki az biraz tütünü ve çeyrek şişe şarabı kalana kadar yazdı.
  Son kalan tütünü ile kalın bir sigara sardı, eve ilk geldiğinde yatağın altında bulduğu ve hala sakladığı kapaklı çakmağını ve şarabını alıp doğruca çatıya çıktı. Altı katlı bir apartmandı. Çatıda, gecenin karanlığında yıldızları seyretmeğe başladı. Yıldızlara her zaman çok imrenmiştir, çünkü onları herkes görüyor ve herkes onların farkında. Bazen bir eşya olmayı bile istemiştir. Her ne olursa, bir masa veya sandalye veya bir bıçak. Tek kullanımlık bir kibrit bile olmak isterdi. En azından birinin işine yarardı, birini mutlu ederdi yahut kocaman bir yangın çıkarırdı. Ne olursa olsun onun farkında olacaklardı. Bir şemsiye olmak isterdi ve yağmur yağmasını. O zaman birisi onun sayesinde ıslanmaktan kurtulup ona teşekkür ederdi. Ya da şemsiyeye rağmen ıslanıp onu kırar ve küfür ederdi. Kötü düşünceleri neden çıkartamıyordu aklından. Sonra nedenini anladı. Hiç iyi düşüncesi olmamıştı onun. Sadece hayalleri vardı ve orada bile pislik içinde olma ihtimali vardı. Düzelmesi gerekiyordu artık ya da her şeyi bitirmesi.
  Çatının kenarına yaklaştı, aşşağıda ki insanları izledi. O an kendini bir dev gibi hissetti. İnsanlar ona çok acayip geldiler. İlk defa üstten bakan oydu, ezilip büzülmesine gerek yoktu çünkü en yukarda o vardı, aynı zamanda en alttaki de oydu.
  İnsanları düşündü. Hepsi nereye koşturuyorlardı böyle? Neden bu kadar hızlı hareket ediyorlardı? Sonra anladı ne olduğunu. Onların yaşama amaçları vardı. Kiminin bekleyen bir arkadaşı kiminin ise bir eşi veya filme geç kalanlar vardı. Herkesin bir amacı vardı, o hariç. Çok düşünmüştü hayat amacını. Yazı yazmak ve onları insanlara okutmak isterdi. İçinden geçenleri, düşüncelerini ve bir zamanlar sevdiği şeyleri insanlara okutmak isterdi eskiden. Evet, o da seviyordu bir zamanlar. Her ne kadar şuan içi yavaş yavaş ölüyor olsa da o da severdi eskiden. Artık her şeyden vazgeçmeye hazırdı ama cesareti yoktu. Sürekli insanları düşünüyor ve yalnızlığına yakınıyordu. Geçen hafta evine apartmanı süpürürlerken onun tek odalı evinin önünü de süpürdüler ve o kapıyı açıp onları izledi. Konuşmak istedi ama konuşamadı sadece izledi. Kapıcı ve karısı bu sırada içeriye bir göz attılar ve ikisi de tavandan sarkan kalın ilmeğin nedenini sormadılar. Ona bir böcekmiş gibi bakıp işlerine devam ettiler.
  Pes etmek üzereydi artık. Bir işaret bekliyordu, her hangi bir işaret. Onu farkeden her hangi bir şey. Bir sivrisineğin gelip onu ısırmasına bile razıydı. Kenara iyice yaklaştı, sigarasının son fırtını içip izmariti aşşağıya attı ve onu izledi. Nasıl döne döne ve kıvılcımlar saçarak aşşağıya düştüğünü izledi ve kıskandı o izmariti. O da öylece düşmek istedi aşşağıya.
  Evine döndü ve tüm yazdıklarını alıp tekrar yukarıya çıktı. Kenara oturdu bu sefer elinde bir tomar kağıtla. Başını arkaya yaslayarak gökyüzüne baktı. Hala bir işaret yoktu. Bir işaret sayabilmek için havada ki bulutlardan tek damla yağmur istedi ama onlar da sesini duymadılar. Sessizce mırıldanmaya başladı sonra “neden? Neden bu dünyada pislikler olmak zorunda? Neden onlardan biride benim? Neden insanlar insanlarla yaşadıklarının farkında değiller? Neden insanlar sürekli bencil ve kibirliler? Neden etraflarına bakmaktan bu kadar acizler? Sokakları, evsizleri, yalnızları, çaresiz ve umutsuzları neden umursamıyorlar?”. Sesini aniden yükseltip ayağa kalktı ve aşşağıda ki insanlara baktı “burdayım!!”. Aniden hayatında ki en güzel anlardan birini yaşadığını sandı. Aşşağıda ki herkes ona bakıyordu, herkes susmuştu ama bu sadece 2 saniye kadar sürdü. O bağırmaya devam etti “bana bakın! Burdayım ve yaşıyorum, bende bir insanım, bende hissedebiliyorum.” Dedi ama artık kimse ona bakmıyordu. Aklına sigaranın izmariti geldi, artık işaretlere inanmıyordu. Elindeki kağıtları aşşağıya doğru fırlattı ve ardından “görüşmek üzere dünya!” diye bağırarak kendini güçsüz rüzgarın dayanıksız kollarına bıraktı. Ona bakanlar, yüzünü göremeseler bile içinde ki kin ve nefreti fark edebilirdi o an. Sonra onun o zayıf bedeni, acımasız yeryüzü ile buluştu ve hiç yaşanmamış gibi olan o hayat sona erdi.
  Oradan geçenler hemen toplandılar cesedin etrafına. Sokak ortasında, saçları kan içinde 30lu yaşlarında ölü bir kadın ve etrafında yüzlerce dağınık sayfa. Ruhu bedeninden ayrılırken gülüyordu, herkes onu farketmişti ve artık bedeni yalnız değildi.   

22 Nisan 2020 Çarşamba

Kişilik Ve Karakter Üzerine


Kişilik Ve Karakter Üzerine
Bana göre insanların kişilikleri ve karakterleri en önemli şeydir. Bu iki şeyin cinsiyet ayrımından uzak tutulması gerekir. Çünkü insanlar yaratıldığında öncelikle karakterleri seçilerek verildi daha sonra cinsiyetleri rastgele dağıtıldı.
  İnsanlar kendilerini bilmelerinden itibaren ise kişilikleri biçimlenir ve bu biçimlenme akıl ile iradeye bağlıdır. İnsanların karakter özelliklerinin temeli, varoluşta hazırlanır ve insanlar onu biçimlendirir.  Etraflarındaki olaylardan ve yaşadıklarından etkilenirler bunu yaparken. İnsanlar bir şeyler öğrendikçe akıllarını da kullanmayı öğrenirler. Bu sayede iyiyi ve kötüyü ayırt etmeye başlarlar ve bir insan bu ayrımı yapmayı gerçekten başarırsa işte o zaman kişiliğini iradesine bağlı olarak biçimlendirmeyi başarır. Ama yaptıkları büyük yanlışlardan biri; ne olduklarını, daha doğrusu ne olmaları gerektiğini bilmezler. Olmak istediklerini de olamazlar bu yüzden. Unuttukları ve yapmaya üşendikleri şeyler vardır çünkü. Bir insanın her şeyi başarabileceğini unutuyorlar, çaba harcamaya üşeniyorlar. Birçok insan bu yüzden yanlış karaktere bürünüyor. Bazılarının ise önlerine çıkan şeyler buna engel oluyor. Örneğin bir heykeltıraş düşünün. Heykeltıraş, istediği heykeli yapmak için uygun taşı buluyor ama sonrasında üşenip sürekli erteliyor. Ya da paraya ihtiyacı olduğu için istediği heykeli değil de daha çok para kazandıracak bir şey yapıyor ve mecburen engellere boyun eğiyor.
  İnsanlar karakter ve kişiliklerini birbirlerine uyarlamaları, üşenmemeleri ve insanların her şeyi yapabilecek güçte olduklarını unutmamaları gerekiyor. İşte bu sayede istediğiniz heykeli ortaya çıkartabilirsiniz.


Kadın-Erkek İlişkileri


Kadın-Erkek İlişkileri
  Herkes bu konu hakkında birbirinden farklı düşünür ve bu durum çok olağandır. Çünkü herkes birbirinden farklı bir beyin ve düşünce yapısına sahiptir. Yine herkesin hayatındaki insanlar da çok farklıdır ama aynı zamanda birbirine benzer. Böyle bir farklılık ve benzerlik söz konusu olunca her ilişki farklı yollarla kurulur diyebiliriz. Fakat her ilişkide olması ve olmaması gereken bazı şeyler vardır.
  İlişkilerin olmazsa olmazları; güven, sadakat, ortak yön, anlayış, eşitlik, sevgi ve bağlılık. Eğer ki bunlar düzgün bir şekilde varsa, işte o ilişkide doğru düzgün ve çiftin istediği gibi ilerler.
  Çift, birbirine güvenmez ise sürekli şüphecilik ve bunun sonunda tartışmalar görülür. Güvensizlik, kıskançlığı körükler. Eğer ki bir hayatı 2kişi paylaşmak istiyorlarsa birbirlerine gözü kapalı güvenmelidirler. İlişkinin ve diğer kavramların temeli güvendir. Her ilişki güven üzerine kurulmalıdır.
  Eğer çift birbirine karşı dürüst ve sadık olmazsa ne olur? Bu sorunun cevabını hemen herkes verebilir. Yalanlar, aldatmalar, uydurma bahaneler ve en kötüsü yapmacık bir samimiyet. Çift, birbirine yeterince dürüst olmalıdır ki aralarında gizli bir şey olmasın ve böylece aralarında çözemedikleri bir sorunda olmaz. Güvenin doğurduğu sadakat ve dürüstlük ilişkiye en tepede yer hazırlar.
  Aşkta önemlidir ama ortak yön ve sevgi daha önemlidir. Aşk dediğimiz şey insanı kör eder, düşüncelerini ve beynini tıkar, uzun sürer ya da kısa ama sonunda fark ettirmeden çekip gider. Ama eğer o aşk karşılıklı ise giderken yerine bazı güzel şeyler bırakır ve o bıraktığı şeyler ömür boyu ilişkiye eşlik eder. Aşk, yerine ortak yönleri ve sevgiyi bırakır. Çünkü iki kişi arasındaki ortak yönler bitmez, en fazla değişir ve sonsuza kadar kalır. Sevgi de öyledir. Bitmez tükenmez bir şeydir bu sevgi ve tek yönlü değildir. İnsan, eşinin yürüyüşünü, konuşmasını, zekasını, sohbetini, fiziğini, hal ve hareketlerini ve daha nice şeyini sever ve bu sevdiği şeyler bir insanın üzerinde her zaman kalacağı için onu seven kişide onu hep sevecektir. Ancak karşı taraf kendini sevdirdiği gibi nefrette ettirebilir ve bunu da sevilen özelliklerinin tam tersini yaparak başarır. Böyle bir durumda sevgi diye bir şeyin sözünü etmemiz o sevginin derecesine bağlıdır. Her durumda olduğu gibi sevgi karşılıklı ise o çifti hiçbir şey yıkamaz.
  Anlayış ve eşitliğe gelirsek eğer, bunlar birçok kişi için çok zor şeylerdir çünkü kıskançlık ve kibir bunların önüne geçer. Çift, birbirini eşit görürse eğer anlayış göstermeleri de çok daha rahat olur. Bu konuda yapılan en büyük hatalardan biri kadın erkek eşitsizliği oluyor. Kadın ile erkek eşit olacak ki çağdaş bir şekilde yaşayalım. Eğer ki eşitlik yoksa anlayışta yoktur ve dolayısıyla bir ilişkide yoktur.
  Çiftin birbirine bağlılığı çok önemlidir ama bunu uzun uzun anlatmayacam çünkü diğerlerini yapan bir çift zaten birbirine sımsıkıya bağlanmış olur.

Yalnızlık Üzerine


Yalnızlık Üzerine
Yalnızlık denilen şey hayatta herkesin başına en az bir defa gelmiştir. Herkes en az bir defa yapayalnız olduğunu hissetmiştir. Ama yalnızlık sanıldığı gibi her zaman kötü değildir. Bazen gerçekten işe yarar yalnızlık. Sadece doğru değerlendirilmesi gerekir. Ama öncelikle kendimize sormamız gereken bir iki soru var, neden yalnızız? Yalnızlığa mecbur mu bırakıldık yoksa kendimiz mi seçtik?
  Her iki şekilde de yalnızlığı doğru değerlendirmemiz gerek. Yalnızlığı doğru değerlendiren insan yaşamına yepyeni bir boyut katar ve birçok şeyi üretebilir, değiştirebilir ve hatta geliştirebilir. Bunun örneklerini geçmişteki düşünürlerde gördük ve gerçekten bazen işe yarıyor. Çünkü yalnızken insan daha iyi düşünebilir ve sanılanın aksine insanları daha iyi tanıyabilir. Ama bunlar için gerekli şartlar vardır tabi ki de. Öncelikle yalnızlığı çözümlememiz gerekir. Mecbur muyuz, istekli mi? İki seçenekte de sorunun nerden ve kimden kaynaklandığını bulmamız gerek. Ya toplum bizi dışlamıştır ya da biz toplumu. Ya onlar bizi anlamayıp ayak uyduramamışlardır ya da biz. Her şekilde de yalnızlık bize yarar sağlayabilir. Çünkü yalnız başımıza ve sadece kendi kendimizi dinleyerek birçok soruna açıklık getirebilir ve tüm dünyayı düşünebiliriz. Eğer bizim yaptığımız şeyler gerçekten işe yararsa ve olumlu sonuç verirse, bunu anlayanlar herkese anlatır ve bizim yaptığımız işin devamını hep birlikte getirebilirler. İşte eğer böyle bir şey yapabilirsek öldükten sonra dahi yalnız kalmayız. Yalnızken yeşerir insan ve yine yalnızken kendini bulur insan. Kendini bulan insanlar ise dünyadaki en değerli insanlardır. Çünkü bu insanlar başkalarının da kendilerini bulmalarında yardımcı olur ve gerçekten dünyayı değiştirebilir.
  Demek istediğim, insanlar hiçbir zaman yalnız değildir. Etraflarında hiç kimse yoksa bile onları dinleyen kendileri vardır. Eğer bir insan kendini bulur ve kendisini dinlerse hiçbir zaman yalnız kalmaz ve gerçektende birçok şeyi başarabilir. Kendini bilen insanlar için imkânsız denen bir şey yoktur.